2016 yılında Salt ve Kalebodur işbirliği ile Mimarlık ve Tasarım Arşivi projesi kapsamında arşivi bir araya getirilen Cengiz Bektaş ile söz konusu arşivi bağlamında bir söyleşi gerçekleştirmiştim. 1960’lardan bu yana mimarlık ve edebiyat alanlarında üretim yapan, mimarlığa çok boyutlu katkılarıyla mesleğin gelişimine aracılık eden Cengiz Bektaş’ın arşivi, Salt Araştırma kanalı ile halka açılmıştı o dönem. Salt Araştırma’da erişime açılan arşiv, Bektaş’ın izniyle kapsamlı mimari çizim dosyalarını da içerecek şekilde sınıflandırılmıştı. Kendisi ile arşiv bağlamında eserleri üzerine konuşmam istendiğinde ustanın hayatının zaten pek çok kaynakta bulunabileceğini görmüş, onun yerine gençliği ve günümüze dair konularda sohbet etmiştik. Bugün söyleşiyi tekrar okuduğumda ne iyi ki hayattan ve tecrübelerinden konuşmuşuz dedim. Bu vesile ile usta mimarı saygı ile anıyorum…
Nasıl bu kadar çeşitli konuyla ilgilenip her şeye zaman ayırabiliyorsunuz? Mimarlık, kitap, şiir, çeviriler, çocuk kitapları, konuşmalar, bildiriler… Nasıl zaman buluyorsunuz bu kadar kitap yazmaya?
Evim ile işim arasında, özellikle İstanbul’da uzaklık olmadı. Ulaşımdan ötürü hiç süre yitirmedim. Son yıllar dışında günde ortalama 4-5 saat uyudum. En önemlisi hiçbir işi, iş diye yapmadım. Severek yaptım. Şu gördüğünüz raftaki betikler son üç yılın ürünleri. Dedim ya iş olarak yapmıyorum yaptıklarımı, mimarlığı da öyle yapmadım. İşimi de, bir insanın geçimini sağlayacak, ayaklarının üzerinde durabilecek, başkasına gereksinim duymayacak şekilde yaptım. Bu da benim deneyimimde aşağı yukarı yaşamımın %40’ı idi. Geri kalan %60’ı insanlaşmaya verdim. Yaklaşık 10 bini aşan betiğim var. Çoğu adıma “imzalı” betikler. Şimdi 2-3 binini kendime ayırıp, kalanını Denizli’li çocuklar için çalışan bir vakfın betikliğine bağışlıyorum. Dergilerimi de Mimarlar Odası’na…
Salt ve Kalebodur iş birliği ile Mimarlık ve Tasarım Arşivi oluşturuyor. Arşiv bir bakıma tarihi belgelemek demek aynı zamanda, arşiv oluşturulması sizce neden önemlidir?
Osmanlı’da Saray, us almaz titizlikte “kayıt” tutmuş. Örneğin Topkapı Sarayı’nda bir “tabela” görmüş, çok şaşırmıştım: “filan tarihte bit temizliği yapılmıştır” diye yazıyordu… Bugün Başbakanlık Arşivi’nden çok yararlanıyoruz. Ama ne yazık ki yalnız saray için bu böyle diye biliyorum. Osmanlı döneminde, giderek 1927’ye dek İstanbul’da bile okuma yazma bilenler %7 idi. Bugün bunu bilenler çok az. Bilip de sorumlu davranmak gerek. Günümüzde görüyoruz; sorumlu davranmazsanız on yıl içinde her şeyin yok olabildiğini, Abdülhamit dönemine dönülebileceğini görüyorsunuz. Arşiv çok önemli bu nedenle… Hele mimarlık konusunda bilgilerimiz çok az… Mesela Sinan’ın yaşamı ile ilgili ne biliyoruz?
Hangi yıllar arası kayıtlarda kopukluk var size göre?
Anadolu ile kopukluk meselesi baştan beri var. Osmanlı Anadolu ile hiç ilgilenmemiş… Osmanlı bir Balkan devletidir aslında. Üsküp ile uğraştığınca Denizli ile uğraşmamıştır mesela. Denizli’de bir tane düzgün Osmanlı yapıtı yoktur. 400 yıl önce dedenizin yaptığı bir yapıtı kopya ederseniz olur mu? İnsan bilmeyince kopya eder.
Hocam siz Başbakanlık Arşivi’nden çok faydalandığınızı söylediniz, Osmanlı’nın çok sıkı saray arşivi tuttuğunu söylediniz, peki günümüzde arşiv nasıl tutuluyor?
Osmanlı olan saray ve çevresidir. Siz Osmanlı döneminde Anadolu’da bir kasabadaki hayatı biliyor musunuz?
Hayır, genelde görünen tarih payitaht bilgileri üzerine kurulu…
Bakın Diyarbakır o dönemde nasıldı biliyor muyuz örneğin?
Peki arşiv konusuna geri döneceğiz…Gençliğinizde bir geziniz vardı Diyarbakır’a, yeri gelmişken biraz o dönemlerinizden de bahseder misiniz?
19 yaşımda, bir Alman profesör ile Doğu Anadolu’da 1 ay dolaştık. Ben Diyarbakır’a gittiğimde Londra, Venedik, Berlin vb pek çok yeri görmüştüm ama Diyarbakır’a vuruldum. 1955’te Diyarbakır nasıldı bilir misiniz? Yaşınız uygun değil… Olağanüstü idi. Yaşam da çok güzeldi. (Alman profesör her akşam çiğ köfte ile rakı içerdi.) 7-8 sene önce onlara neredeyse yalvardım, gelin Sur’da iyileştirme yapalım, burası cennete döner. Hele şu günlerdeki durumu içimi kanatıyor. Diyarbakır’daki Sümerbank’ı yıkıyorlardı örneğin, beni çağırıp sordular. Yıkmak yerine, benim önerimle sosyal- kültürel özeğe dönüştürdük. Bana sorduklarında “yıkmak” aptallıktır dedim. Osmanlı kiliseyi bile yıkmamış, camiye çevirmiş. Çok şükür öyle yapmış… Böyle bir anlayışla Ayasofya, Gül Cami daha birçok yapıt bugünlere dek kalmıştır. Yeniden başa dönecek olursak, 1927’de bile, mütefekkir (entelektüel) diyebileceğimiz bir kümenin dışında kimse okuma yazma bilmiyordu. Kısaca bir yerde kopukluk var, bizde şaşırıyoruz arşiv açıldıkça. İyi okumak gerekir. Halk ile kopukluk Osmanlı’da idi…
Peki bugün mimarlık arşivinin oluşturulması neden önemli?
Çünkü mimarlık, tarihi bile okuyabileceğimiz tek dal. Yapıya bakınca insanı görüyoruz. Benim yapılarımda benim tarihimi okuyabilirsiniz. Sadece benim dönemimi değil, benim yaşamımı. Orada benim neyi aradığım o dönemki yapımdan belli. Sonra bir sonraki yapımda, kendimi eleştirerek önceki yapımda yanlış bulduğumu düzeltiyorum, o da belli. Mimarlık böyle bir şey… Yetişirken deneyimledikleriniz sizi bir yere getiriyor. Geldiğiniz doğru bir yer ise, işiniz de doğru oluyor. Örneğin 43 yıl önce tasarlanan bir yapı (Türk Dil Kurumu yapısı) bugün yayımlanan mimarlık dergisinin kapağı olabiliyor. Bir yapı, yarım yüzyıl sonra bir dergide kapak olabiliyorsa bu benim tarihimdir. Yalnızca cam, beton var bu fotoğrafta… Hiç “gereç fetişizmi yok”. Bir anı anlatayım: Çağırıp, Vedat Dalokay’a göstermişler yapıyı. “ Cengiz bunu mimarlık ücretiyle mi yaptı?” diye sormuş Vedat. “Evet” demişler. “Cengiz size mimarlık ücreti ile yontu yapmış” demiş.
Ben ortaokul ve liseyi İstanbul Erkek Lisesi’nde okudum. Sınıfları “iftihar” ile geçen birisi idim. Çünkü “iftihar mektubu” babama gitmezse okul param gelmezdi. Dergilerde çizerdim o dönemde. Örneğin geçtiğimiz günlerde yitirdiğimiz Hakkı Devrim’in çıkardığı Panaroma dergisinde ressamdım. Severdim Hakkı Bey'i, bana iş çıkarırdı. Güzel yıllardı. Lise dönemim böyle dolu geçti. Eğer böyle bir dönem geçirmeseydik, şu yaşadıklarımıza 15 yıl dayanamazdı Türkiye; birkaç yılda biterdi. Yani ortalama yüzde 3-4’ten 80-90’lara getirmek, okuma yazma oranını kolay mı? Babama annem öğretmişti yeni yazıyla sayıları, imza atmayı. Annem de 1 yıl daha okusa öğretmen olacakmış ama evlendirilmiş, o da o dönem için çok şanslı bir insan. Babama günceyi ben okurdum.
Siz yerel ile moderni bir arada en iyi kullananlardansınız…
Yalnızca “insan” yönlerini alırsanız böyle oluyor. 1959 mezunuyum, buradan Almanya’ya Münih’teki okula gidince, beni sınav ile aldılar. Burada okuduğum sınıfları geçerli saydılar. Bu ilk kez oluyordu. Olağan durumda, Türkiye’deki eğitimi geçerli saymıyorlardı. Almanya’da birinci sınıftan başlatıyorlardı o dönemde. Çünkü kimi kişiler de Münih’teki üniversiteye mektup yazmışlardı. Örneğin Sedat Hakkı Eldem, Arif Hikmet Holtay… Dedim ya, beni sınava soktular, yıl yitirmeden sürdürdüm eğitimimi… Lisede matematik öğretmenim bugünkü Fazıl Say’ın dedesi Fazıl Say idi, çok severdi beni. Bir gün, önceden söylemeden sınav yaptı. Ben boş kağıt verdim. Benim boş sınav kâğıdıma “dokuz” yazdı imzasını attı, bana verdi. O denli severdi.
Heval Zeliha Yüksel, 2016
Önce Arkiv’de bir arşiviniz vardı…
Şu anda Salt Araştırma’nın arama motoruna adınız yazıldığında üç yüz küsur doküman ve haber çıkıyor. 1978 yılında gönderdiğiniz yeni yıl kartı bile belge olarak ortaya çıkıyor. Çok güzel bir hizmet… Hocam peki zamanın ruhuna nasıl ayak uyduruyorsunuz? Dünyada pek çok şey değişti ve değişiyor…
Hep arayış ile mi geçti?
Sanırım öyle oldu…
Son kitabınız “Nazım Hikmet’in Mimarlığa Bakışı” hakkında biraz konuşalım mı? Beni konusu itibariyle çok şaşırttı. “Çağının çağdaşı” diyorsunuz Nazım için kitapta. Bitiriş yazınız da muhteşem.
Bugünü nasıl değerlendiriyorsunuz?
Şu an gerekiyor mu peki baştan sona bizim imalatımız olması, hayat da kolaylaştı, teknoloji gelişti…
Türkiye’nin değişen bağlamı açısından değerlendirildiğinde kendi işlerinize dönüp baktığınızda ne görüyorsunuz? Hiç yaptığınız bir yapı yıkıldı mı?
Bu ara hangi proje ile ilgileniyorsunuz?
En aklınızda kalan zevk aldığınız yapı hangisi?
38 m2 mi? Nasıl?
Hep yerel malzeme mi kullandınız?
Denizli’deki otistik çocuklar için yaptığım okulda. Şimdi memleketimde ağaç kesilmesine mi göz yumayım yoksa onun yarı fiyatına mal olan yapıştırma ahşap kirişleri mi seçeyim. İkincisini seçtim.
Hocam ofisiniz kaç kişiden oluşuyor?
O büyük ölçekteki projeler Türkiye’nin ihtiyacı olan şeyler değil. Uluslararası kapitalizmin dayattığı projeler… İlk kez ”globalleşme” sözü kullanıldığında Evrensel’de şöyle yazmıştım: Neyin globalleşmesi, paranın mı kültürün mü?
“Mimar bir moda terzisi değildir, biçim sihirbazı değildir, insan için çalışmalıdır” diyorsunuz. Bu seneki Venedik Mimarlık Bienali’nin küratörü de önce insan temasıyla çıktı ortaya. Mimarlık biraz bu sosyal yöne mi evriliyor?
Vakit ayırdığınız için teşekkür ederim.
Heval Zeliha Yüksel, 2016
Cengiz Bektaş'ın Hayatı
1934 Denizli doğumlu Cengiz Bektaş, orta öğrenimini İstanbul Erkek Lisesi’nde, yüksek öğrenimini DGSA Süsleme, Mimarlık Bölümleri ile Münih Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi’nde yaptı. 1959 yılında yüksek eğitimini tamamladı.1960’ta Alman şehircilik kurslarına katıldı. Almanya’da serbest mimar olarak çalıştı. ODTÜ’ye öğretim görevlisi olarak çağrılınca, Türkiye’ye döndü. 1962-63 öğretim yılında ODTÜ İnşaat İşleri Başkanlığı, Mimarlık İşliği'ni bir yıl yönetti. 1963’te Ankara’da Oral Vural ile birlikte kendi mimarlık işliğini kurdu. Cumhuriyet dönemi mimarlık tarihi örnekleri arasında sayılan yapılar gerçekleştirdi. 2 kez Ulusal Mimarlık Ödülü aldı. Akdeniz Üniversitesi (Antalya) Sosyal – Kültürel Özek yapısıyla 2001 yılında Uluslararası Aga Khan Ödülü’nü kazandı. Ankara’daki Türk Dil Kurumu yapısı, mimarlarca Cumhuriyet dönemini simgeleyen yirmi yapıdan biri sayıldı. 2014 yılında Uluslararası Mimar Sinan Ödülü ilk kez Cengiz Bektaş’a verildi. Bektaş, 2016 yılında Mimarlar Odası’nın Mimar Sinan Büyük Ödülü’nü aldı. 2020 yılında aramızdan ayrıldı.
Cengiz Bektaş Türkiye Mimarlığı Mimari Söyleşi Heval Zeliha Yüksel
Doğal yapı malzemelerini ne kadar biliyoruz? Mimarlık okullarından mezun olurken doğal malzeme ile ilgili uygulamaları öğrenebiliyor muyuz? Bu sorunun cevabı biraz muğlak. Gerek yaşadığımız küresel değişiklikler gerekse hazır ürünün geleceğe bıraktığı olumsuz izler, son zamanlarda mimarlık alanında üzerinde az durduğumuz malzeme konusunun önemini artırdı. Doğal malzeme ile uğraşan, üreten, gerektiğinde elleri ile sıvayan toprak üreticisi mimarlar Can Cumalı ve Çağlar İşbilir ile toprak üzerine konuştuk.
Read moreRefik Anadol’un İstanbul’daki en yeni ve en kapsamlı kişisel sergisi Makine Hatıraları: Uzay Pilevneli Galeri’de ücretsiz olarak izleyiciyle buluşuyor. Sergi hakkında Refik Anadol ile görüştüm.
Read moreTürkiye Tasarım Vakfı, tasarım ve tasarımla ilgili farklı konuları gündeme getirmek için takipçileriyle her hafta Instagram hesabı üzerinden testler paylaşıyor. 19 ve 26 Ocak'taki testte “Ağa Han Mimarlık Ödülleri” konusu ele alındı.
Read more