Bir ‘mekana’ girdiğim ilk anda belli duyguların beni çepeçevre sardığını hissederim. Bu duygular kimi zaman beni rahatsız eder ve mekandan çıkmaya zorlar, kimi zaman ise evimdeymiş gibi bir huzura kavuşmamı sağlar. “Ben duygularımı ve çağrışımlarımı mekana ödünç veririm, mekan da bana, algılarımı ve düşüncelerimi ayartan ve özgürleştiren aurasını ödünç verir.”1 der Juhani Pallasmaa bu mekan deneyimini tarif ederken. Yani benim deneyimlerim mekanın verdikleriyle birleşerek o mekanı tasarlayan mimarın planladığından çok daha başka bir mekana dönüştürür. Bu açıdan baktığımda üretilmiş her mekanın kullanıcı deneyimiyle beraber değiştiğini ve dönüştüğünü söyleyebilirim. O halde içinde sadece fiziksel müdahalelerin olduğu mimarlık tanımları bu deneyimlerle dönüşen ‘sonsuz mekanları’ nereye koymaktadır?
İrem Nur Kaya
Rasmussen Yaşanan Mimari kitabında adeta bu soruya cevap verir: “Mimari, sadece cephelere planlar ve kesitler eklemekle gerçekleştirilmez. Bundan daha başka ve daha fazla bir şeydir,” der ve ekler “Mimar aynı bir heykeltıraş gibi biçim ve hacimlerle, bir ressam gibi de renklerle çalışır.”2 Bu tanımlamalara duyuları ve deneyimleri de eklediğimizde sayısal düzlemle ve ölçeklerle ifade edilen mimarlık tanımından daha kapsayıcı bir mimarlık tanımı elde ederiz. Zira bir mekanın üretimi kolon- kiriş hesaplamaları gibi sayısal işlemlerden çok daha fazlasını gerektirir. Mekanın üretimine nereden başlanır sorusuna cevap bulabilmek için ise öncelikle mekanın ne anlama geldiğini bilmemiz gerekir. (Okuma önerisi 1)
Mekan Arapça kökenli bir sözcüktür ve kevn “olmak, var olmak” kökünden türer. İnsan var olduğu ilk andan itibaren daima bir mekanla muhatap olmuştur. Dünyanın kendisini bir mekan sayacağımız gibi sınırsız mekan, zamansız mekan, doğal mekan, yapay mekan gibi kategorilerle mekanları daha küçük parçalara ayırabiliriz. Hatta insanın iç dünyasının da bir mekan olduğunu iddia edebilirim ki bu çok daha derin bir araştırma konusudur. Gerçek dünyaya dönecek olursak mekanla ilgili bilmemiz gereken en önemli şey, mekanın dört duvarla ifade edilemeyecek kadar sınırsız olabilen bir ‘birim’ olduğudur. Peki mekanı ve mekanın üretimini bu derece düşünme konusu yapmamın sebebi nedir? Bir mekanın tanımının yanlış olması neyi değiştirir?
Mekan konusunun benim için bu kadar önemli olması mimarlık eğitimi almaya başlamamla beraber, senelerdir okuduğum kitaplarda fark ettiğim bir kurgudan kaynaklanmaktadır. Edebiyat ve mimarlığı birbirinden ayrı gibi gözüken ama mekan konusunda birleşen iki disiplin olarak tanımlayabilirim kendi çapımda. Yazarlar, romanlarındaki fikir ve hisleri anlatırken mimarlık ve mekanın olanaklarından sonuna kadar faydalanırlar. Biz kitapları okurken olayın akışına kaptırıp bu detayları kaçırır, sadece anlatılanı hissederiz. Buna bir örnek verecek olursam 1984 kitabında George Orwell büyük gözün insanları izlediğini anlatırken evleri kare/ dikdörtgen planlı ve kör noktası olmayan mekanlar olarak kurgular. Kör noktası olmayan ve insanı daraltan mekanlar bu baskıcı rejimin bir yansımasıdır. Bu detaylar kitabın kurgusunu güçlendirir ve daha inandırıcı yapar. Jane Austen maddi durumu kötü olan bir aileyi anlatırken kurgusunda yıkık dökük evler vardır. O insanların bahçeleri bakımsız, yollar çamur içindedir. Bunun zıttı olarak zengin bir aileyi anlatırken geniş salonlardan, bahçedeki havuzlardan, oda sayısındaki fazlalıktan bahseder. Ruhsal anlamda çöküş yaşayan birinin içinde bulunduğu mekan anlatılırken de karanlık mekan tasvirleri yapılır. Böylece hikaye gözümüzde daha kolay bir şekilde canlanır. Mutlu insanlar daha kalabalık yerleşimlerde yaşar ve mekanları da ışıl ışıl anlatılır. Aksi şekilde anlatılacak olsa o insanın gerçekten mutlu olmadığını düşünürdük. Anayurt Oteli’nde Zebercet’in yıkımını anlatırken 5 yıldızlı bir otel anlatılsa Zebercet’e aynı gözle bakabilir miydik? Ya da Şeker Portakalı’nda Zeze’nin evi zenginlermiş gibi anlatılsaydı başka bir aileye verilmesini kabullenebilir miydik? İşte bunlar gibi küçük mimari detayların kurguda sanıldığından daha önemli bir rol oynadığına dair yüzlerce örnek verebiliriz. Hatta burada mimarlığın bir deniz feneri gibi edebiyatın yolunu aydınlattığını söylemem yanlış olmaz diye düşünüyorum. (Okuma önerisi 2)
Tüm bu anlattıklarımı bir noktada toplayacak olursam; mekan hayatta hislerin, duyuların ve hikayenin önemli parçalarından biridir. Mekan aslında bir nevi insanın kendini anlatma biçimidir. Bir ressamın tabloya renklerle aktarmaya çalıştığı gibi mimar da düşünce yapısını ve hislerini ürettiği mekan ile ortaya koyar. Daniel Libeskind Jewish Museum’da Yahudilerin hissettiklerini anlatmak için o dar tünelleri ve karanlık mekanları tasarlamıştır mesela. Bir mekan üretilirken kullanılan her malzeme, her renk, her doku o mekanın deneyiminde kapılar açmaya başlar. Böylece çizim aşamasında 1/50’de kalan mekanın ölçeği deneyimlerle beraber sonsuzluğa doğru yol almaya başlar. Bir yazarın ya da bir mimarın kendi yöntemleriyle anlattığı mekanda her insan kendi anılarını yaşar ve yaşatır. Mekanın gücü iyiye kullanıldığında o kişinin en iyi ifade biçimi olabileceği gibi insanların hayatını zorlaştırmak için de bir araç olabilir. Çocukluğumda sevdiğim bir anımı hatırlatan mekan beni evimde gibi huzurlu hissettirirken bazıları için kaçılacak bir anıyı hatırlatabilir. Bu sonsuz ihtimaller evreninde mekanın bir şeylerin başlangıcı olduğunu kabul edebiliriz belki de. İlk insandan bu yana, her çağda o çağın imkanlarıyla bir mekanın kurgulandığını bildiğimize göre başlangıcı mekan kabul etmek ve mekanın üretiminin anlatım yolu olduğunu fark etmek dünyayı daha iyi anlamamıza giden yolda birer rehber olabilir.
Okuma önerisi 1: Mekanın Üretimi, Henri Lefebvre
Okuma Önerisi 2: Edebiyatta Mimarlık, Hikmet Temel Akarsu, Nevnihal Erdoğan
1 Juhani Pallasmaa, Tenin Gözleri, Yem Yayın, s. 14
2 Steen Eiler Rasmussen, Yaşanan Mimari, Remzi Kitabevi, s. 11
İrem Nur Kaya. Yıldız Teknik Üniversitesi’nde mimarlık üçüncü sınıf öğrencisi. Online yayın yapan bir dergide editörlüğü deneyimliyor. İskele’de çalışırken gün batımlarını izlemeyi ve etkinlik metinlerini yazmayı çok seviyor.
Siyaset felsefesi ve tarihi açısından Nizamü'l-Mülk'ün "Siyasetnamesi" ile Machiavelli'nin "Prens"i birçok defa karşılaştırılmıştır. Ancak bu defa, zaman üzerinden yola çıkarak tarihsel bir okuma yapılmamıştır. Tarihsel metinler, günümüzdeki bir mimarın gözünden mekânsal olarak ele alınmıştır.
Read moreAhmet Doğu İpek’in Arter’de yer alan “Başımızda Siyahtan Bir Hâle” isimli sergisi sanatçının 2020–2022 yılları arasında farklı mecraları kullanarak ürettiği eserleri bir araya getiriyor. Heval Zeliha Yüksel, farklı duyulara ve sayısız deneyime açık olan sergiyi Ahmet Doğu İpek ile gezerek sergiye dair izlenimlerini yazdı.
Read more