Fenomenoloji ve fenomen kavramını algılayabilmek için antitez oluşturduğu kartezyen felsefenin de irdelenmesi ve algılanması gerekiyor. Bu nedenle yazıya oluşturduğum şema üzerinden başlamak istiyorum.
Ahmet Faruk Varan, 2020.
Kartezyen Felsefe
Mekân tasarımında göz hegemonyasının temeli kartezyen felsefeye dayanır. Kartezyen felsefe kavramı Descartes tarafından ortaya atılır ve Descartes, felsefesini metodik şüphe üzerine kurar. Bilimin sağlam ve yanıltıcı olmayan bir sistematik üzerine kurulması gerektiğini savunur. Descartes, bildiği ve duyumsadığı her şeyden kuşku duyabileceğini ancak son noktada kuşkudan ve kuşku duymakta olan kendinden kuşku duyamayacağını belirtir. Felsefenin ünlü sözlerinden biri olan “Düşünüyorum, o hâlde varım.” yargısına ulaşır. Bu durum belirli örneklemlerle desteklenerek zaman içinde kendi bedeni dâhil her şeyden şüphe etmesinin önünü açmaktadır. Descartes sonuçta şüphe edemeyeceği tek şeyin kendi aklı olduğu gerçeğine varır. Artık felsefesi için doğru ve kesin kaynağı bulmuştur: Akıl.
“Akıl esaslı bir dünya görüşünün hâkim olduğu kartezyen düşünceye göre içinde yer aldığı hacimden bağımsız bir gerçeklik olarak kabul edilen beden, dondurulmuş bir zaman dilimi içerisinde, hareketsiz bir nesne olarak görülmüş ve bedenin yaşayan, çevresiyle ilişki kuran bir canlı olduğu göz ardı edilmiştir. Nesnelliğin ön planda olduğu bu görüşte içerisinde bulunan dünyayı algılamak ve anlamak onu bedenen deneyimlemekten ziyade ona dışarıdan bakmak olarak yorumlanmıştır (Dereko, 2011, s. 101). Bu bakış açısı Kartezyen mekân olarak adlandırılan geometrik mekân anlayışının düşünsel altyapısını oluşturmaktadır.”1
Geometrik mekân anlayışıyla beraber modern mimarlığın temeli
atılmıştır ve salt geometrik formlar, insanın fiziksel ölçü birimi olarak
kullanıldığı bir anlayış ortaya çıkarmaktadır. Ayrıca bu anlayış göz dışındaki
duyuları arka plana atarak, mekânsal algı kavramını zayıflatmış ve özne – mekân
ilişkisini edilgen hale getirmiştir. Aslında salt geometri ve işlevselliğe
odaklanan bu anlayış tasarımın yapıldığı alandaki nüveyi de göz ardı ederek, günümüz
kentlerinde mekânsal kimliksizleşme olarak ortaya çıkan önemli sorunun
kaynaklarından birini oluşturmaktadır. Bu
sorunların ortaya çıkmasıyla beraber 20. yüzyılın sonlarına doğru geometrik mekân
kavramı tartışılmaya başlanmış ve geometrik mekânın insanla kurduğu edilgen
ilişki eleştirilmiştir.
Fenomen Kavramı ve Fenomenoloji
Fenomenoloji, 20. yüzyılın başında Alman Filozof Edmund Husserl tarafından ortaya atılan felsefi bir akımdır. Özellikle odağına insanı alan bilimlerde rasyonalist, pozitivist yaklaşımın her şeyi teoriler üzerinden açıklamasına karşın tinsel dünyayı, imgeleri ve deneyimi ele alarak salt pozitivist tavra karşı durur.
“Fenomenoloji yöntemin odağında deneyim (experience) vardır. Etimolojik açıdan tecrübe, yaşam, yaşantı gibi sözcüklerle yakın anlamlarda kullanılan ‘deneyim’ eski çağlardan bu yana farklı açılardan ele alınan ve farklı anlamlar yüklenen bir kavram olmuştur. Anlaşılması, anlamlandırılması ve nesnelleştirilmesi zor bir kavram olması sebebiyle deneyimin, bilgi edinme sürecinde bir araç olarak kullanılıp kullanılmayacağı farklı disiplinlerce tartışılan bir konu olmuştur. Kartezyen bakış açısına göre deneyim doğru bilgiye ulaşmada yanıltıcı olduğu varsayımıyla sürece dâhil edilmezken, fenomenoloji bakış açısında deneyim bilginin kendisidir.”2
Kısaca özetleyecek olursak fenomenolojinin temeline
baktığımızda özne - nesne ilişkisini ön planda tutan ve bu iki ögenin birbiriyle
temasını önemli bulan bir sistematik ilişki görmekteyiz. Bu temasta duyularımız
çok önemlidir. Tüm duyular mekân algısı oluşturmak ve mekânı hissetmek için
birer araçtır. Bu felsefi akıma göre mekânlar, salt geometrik nesneler olmak
yerine kullanıcı ile daha fazla temas kuran ve hisleri harekete geçiren bir
deneyim alanı olarak görülmektedir.
Duyu ve Deneyim Mimarlığı
Zumthor, eserlerinde ince detaylarla kendini ortaya koyan bütüncül bir tavır sergiler, mekâna has bir atmosfer yaratır/tasarlar. Bu atmosferi tasarlarken kullanıcıya dokunup, onunla tasarladığı mekân arasında güçlü bir bağ kurar. Modern kurgulardan farklı olarak göz merkezci bir kaygı gütmeden tasarımlar yapan mimarın yapılarında bedensel duyum ve maddesellik öne çıkan kavramlar arasında yer almaktadır. Bunun yanında mimar malzeme seçimi konusunda son derece hassastır ve malzemeyi kullanıcıyla ilişki kurmasını sağlayan bir yapı elementi olarak kullanır.
Bruder Klaus Şapeli, Archdaily.
Bruder Klaus Şapeli Güney Köln kırsallarında 15. Yüzyıl’da yaşamış bir keşiş adına yaptırılmıştır. Mimar ıssızlığın ve boşluğun süregeldiği bu alanda yapıyı tasarlarken arkaik bir imalat yöntemini kullanır.
Zumthor 112 adet dairesel kesitli ahşaptan meydana gelen bir iskelet oluşturur. Bu ahşap iskelet, çevredeki yerel ustalar tarafından oluşan bir grup tarafından içinde deniz kumu, nehir kumu ve beyaz çimento bulunan karışım ile sıvanır. Ustaların oluşturduğu grup inşa aşamasında tamamen klasik yöntemler kullanır. Şapelin duvarlarına 50 cm’lik anolar çekilerek hiza alınır ve bu anlamda aslında kısa sürede bitecek bir inşa aşamasının içine zaman dahil olur. Cephede gördüğümüz izler de inşa süresinde geçen zamanı ve emeği bize hissettirir. Dış duvarlar bitip iskelet işlevini tamamladıktan sonra iskelet odun kömürü tekniğiyle yakılır ve iç mekanda bırakılan boşluktan yakılan iskeletin parçaları dışarı çıkartılır. Bu olaydan sonra içeride mistik bir is kokusu kalır ve ahşap iskeletin konturu ve yanma izleri hissedilir. (Bilgin, 2016, s.96-103)
Bruder Klaus Şapeli İç Mekân, Archdaily.
“Therme Vals’ı saran sıcak su ağı, yapıyı oluşturan blokların arasında tasarlanmış bir negatif mekân; tüm yapı boyunca akan ve akarken her şeyi birbirine bağlayan, tüm bu deneyimde huzurlu bir ritim yaratan mekân. Tüm mekânın etrafında dolaşması, keşif yapmak anlamına geliyor. Tıpkı bir ormanda yürüyormuş gibi. Herkes, kendine bir yol arayışında.”
Peter Zumthor
Therme Vals, Archdaily.
Zumthor’un termal hamamı tipik bir Alp köyü olan Vals’ta inşa edilir. Mimar yapıyı Alpler’in yerel malzemesi olan Valser Kuvarzit taşından yapılmış levhalarla oluşturur. Zumthor’un bu yapısı taştan ve sudan meydana gelir. Yapının içine girildiğinde ilk olarak dokunma hissi uyanır. Taşlar, kullanım detayları sayesinde doğada bulunduğu hallerinin mekâna yansıdığını hissettirir. Zumthor, kapalı havuzu geçtikten sonra oluşturduğu mekanda yasemin çiçeklerini su üzerinde konumlandırarak duyuları harekete geçirmeye devam eder. Ardından duvarları tamamen hoparlör sisteminden oluşan siyah süngerle kaplanmış bir odada bir besteci tarafından bestelenmiş "taş ve su" temalı müzik kullanıcının etrafını sarar. (Bilgin, 2016, s.14-18) Zumthor mekana ait tüm ögeleri ve atmosferi kaleminde oluşturup yapıyı tasarlamıştır. Yapı içinde barındırdığı her ögeyle ait olduğu bütünü hissettirir ve mekanın her ögesi temel yapı taşı haline gelir. Artık mekanı oluşturan özellikleri birbirinden ayrı düşünmek imkansızdır.
Sonuç olarak mimar, bağlamdan beslenmiş; belirli bir stil oluşturmak yerine yerle güçlü bir ilişki kurmaya çalışmış, bu ilişkiyi kurarken atmosfer ve deneyim kavramlarından yola çıkmış ve yapılarını bu ilişkiye göre tasarlamıştır. Tasarımlarında yerel malzeme ve geleneksel yapım sistemlerini yorumlayarak kullanıcının tüm duyularıyla katılım sağlayabileceği bir mekan hisssi oluşturmuştur.
1 Kayaduran Akkavak, K., Mekân Tasarımında Fenomenolojik Yaklaşımla Üzerine Bir Tartışma, Yüksek Lisans Tezi, Hacettepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Enstitüsü, Ankara, 2017.
2 Bilgin, İ., Mimarın Soluğu, Metis Yayınları, Ankara, 2016.
Ahmet Faruk Varan. Yıldız Teknik Üniversitesi Mimarlık Bölümü 4. sınıf öğrencisi. Analog fotoğrafçılık ve sokak fotoğrafçılığı ile ilgileniyor. Mimarlık felsefesi hakkında okumalar yapıyor ve bu konu hakkında araştırma yapmayı seviyor.
Siyaset felsefesi ve tarihi açısından Nizamü'l-Mülk'ün "Siyasetnamesi" ile Machiavelli'nin "Prens"i birçok defa karşılaştırılmıştır. Ancak bu defa, zaman üzerinden yola çıkarak tarihsel bir okuma yapılmamıştır. Tarihsel metinler, günümüzdeki bir mimarın gözünden mekânsal olarak ele alınmıştır.
Devamını okuAhmet Doğu İpek’in Arter’de yer alan “Başımızda Siyahtan Bir Hâle” isimli sergisi sanatçının 2020–2022 yılları arasında farklı mecraları kullanarak ürettiği eserleri bir araya getiriyor. Heval Zeliha Yüksel, farklı duyulara ve sayısız deneyime açık olan sergiyi Ahmet Doğu İpek ile gezerek sergiye dair izlenimlerini yazdı.
Devamını oku