“Ağlasam sesimi duyar mısınız,
mısralarımda;
Dokunabilir misiniz,
Gözyaşlarıma, ellerinizle?
Bilmezdim şarkıların bu kadar güzel,
Kelimelerinse kifayetsiz olduğunu
Bu derde düşmeden önce.
Bir yer var, biliyorum;
Her şeyi söylemek mümkün;
Epeyce yaklaşmışım, duyuyorum;
Anlatamıyorum”1
Der “sıradan” insanların, iç dünyalarını “serbestçe”
dışarı açarak yerleşik düzeni yıkmaya çalışan Orhan Veli. 15-16 yaşlarında
ablamın kitaplığını kurcalarken karşılaştığım bu mısralarda, merakla çevirdiğim
sayfalarda, belki de kendi dünya düzenimin izlerini arıyordum. “Anlatamıyorum”
diyordu Orhan Veli Kanık, ömrünü, insanların karmakarışık hislerinin,
hayallerinin, düşüncelerinin oldukça “basit” biçimde ifade edilmesine adayan
şair. Peki ya tüm “sıradan” insanlar hissettiklerini, gözlemlediklerini nasıl
anlatacaktı? İç dünyamızı “dışa vurmanın” bir yolu var mıydı?
Birkaç yıl sonrasında “Dönüşüm’ü” okurken bu yolların
arasında çoktan kaybolmaya başlamıştım bile. Kafka; kapitalist düzene, çıkarcı
ilişkilere, otoriteye ve “sıradanlığa” duyduğu öfkeyi bir sabah böcek olarak
uyanan Gregor üzerinden dile getiriyordu. Günlük yaşamından paylaştığı bir an
adeta kahramanın iç dünyasının kapılarını açan bir anahtara dönüşüyordu.
Gregor, işe giderken “Her gün ama her gün yollardayım, aktarma trenlerinin
sıkıntısı, düzensiz ve kötü yemek yemek” diyerek yakındığı bu yolculuğun “ağır
yükünü taşımaya mecbur” olduğunu dile getirirken aslında “her an değişen, asla
süreklilik arz etmeyen, hiçbir zaman içten olmayan insan ilişkileri”nden dem
vuruyordu.2 Gregor’un dış dünyaya duyduğu öfkeyi, kendi içinde
yaşadıklarını “basit” veya “sıradan” gibi görünen bir olayın arka planında
yatan derin anlam katmanlarına ustaca serpiştiriyordu Kafka. Böylece
ekspresyonizmin edebiyat alanındaki öncü isimlerinden birinin gözünden dış dünyayı
görebiliyor ve onun kaleminden kahramanın/insanların/kendimizin iç dünyasındaki
duyguları okuyabiliyorduk. Peki ya, neden bu kadar “anlatmak”, “dışa vurmak”
istiyorduk kendimizi? Ekspresyonistler neden “anlatmak”tan çok “hissettirmek”
istiyorlardı?
Ekspresyonizmin Doğuşu
Richard; 20. yüzyıl başlarında ortaya çıkan
ekspresyonizm akımının örneklerini; “genel duyguların tüm yönleriyle fışkırdığı
inançların dile getirildiği sanat yapıtları” olarak tanımlar.3 Simmel;
endüstrileşmenin yarattığı derin kent-kır karşıtlığında, metropollerin
yükselişiyle ortaya çıkan yeni yaşam düzeninin yalnızlaşan, kendine
yabancılaşan bireyler yarattığından bahseder.4 Almanya’nın
endüstrileşmeye öncülük etmesiyle, 1900’lerin başında Berlin hızlı bir biçimde
nüfus artışına tanık olmuş, yoğun duygularla, karmaşalarla baş etmeye çalışan
metropol insanı yaşadığı çıkmazları, hissettiği yalnızlığı ve kimlik
bunalımlarını “dışa vurma” ihtiyacı hissetmiştir. Çünkü insanlar “Temelleri
sarsılan Almanya'nın sanayileşmesindeki gelişmenin sonuçlarının acısını
çekiyorlardı. Kırık dökük insan ilişkileri, kentlerdeki yaşamın delice hızlı
köleliğin her çeşidi diğer ölçüleri idi” (Richard, 2005, p.19). Birinci Dünya Savaşı
öncesinde artan umutsuzluğun ve yaşanan derin bunalımların da eklenmesiyle
ekspresyonist sanatçılar, hissettikleri bu melankoli, korku ve hüzün gibi
birçok duyguyu resim, şiir, roman, tiyatro oyunu ve mimari aracılığıyla
açığa çıkarmaya, “anlatmaya” çalışmışlardır.
Tasarım Prensipleri
Duygusal aşırılıklarla dolu olan ekspresyonizm akımı,
Dresden merkezli Die Brücke (Köprü) isimli sanatçı grubunun
1905 yılında kurulmasıyla başlamış ve 1920’lere kadar tasarımın birçok alanında
etkili olmuştur. Aralarında, Ernst Ludwig Kirchner, Karl Schmidt-Rottluff ve
Erich Heckel gibi ilk ekspresyonist sanatçıların bulunduğu grup güçlü
renkleri, çarpıtılmış figürleri soyutlayarak aidiyet ve
vazgeçiş temalarını sorgulamışlardır.5 Fransızca expression kelimesinden
türetilen ifade, anlatım, söylem, dile getirme gibi anlamlara
sahip olan ekspresyonizm akımı, doğaya dair “izlenimlerin” resme yansıtıldığı
empresyonizme tepki olarak ortaya çıkmıştır. Genellikle sadeleştirilmiş formlar
oldukça canlı ve şaşırtıcı renklerle kendilerini “dışa vururken” tıpkı toplumun
alt üst oluşu gibi insan vücutlarının formları da deforme biçimde gösterilmiş,
var olan düzene karşı direniş dramatik fırça vuruşlarında saklanmıştır.
Resim Sanatında Ekspresyonizm
Modern kent, artık sahte ve tehlikeli bir hayatın sahnesi haline gelmiştir. Oyuncuları ise, doğallıktan uzaklaşan ikiyüzlü metropol insanlarıdır. Bireylerin yaşadığı bu “kişilik bozuklukları” Kircher’in insan vücutlarının da formlarını “bozarak” sahip oldukları doğal formları abartılı biçimde uzatarak resmettiği Street’te “dışa vurulmuştur”. İçinde bulundukları topluma olan eleştirilerini, Edward Munch “Çığlık” atarak, Ernst Ludwig Kirchner “Street”te yürüyen metropol insanlarının vücutlarını “çarpıtarak”, Wassily Kandinsky “Doğaçlama 28”de kopan fırtınaları saldırgan fırça darbeleri kullanarak dile getirmiştir.
Görsel 1-2 Edward
Munch, Çığlık, 1893. Ernst Ludwig
Kirchner, Street, Berlin, 1913
Munch, Çığlık'a dair şu sözleri not düşmüştü
günlüğüne: “İki arkadaşımla yolda yürüyordum; güneş battı, bir melankoli
dalgasına kapıldım. Birden gökyüzü kıpkızıl bir renk aldı. Durup parmaklıklara
yaslandım. Alev alev gökyüzü, mavi fiyordun ve şehrin üstünde kan ve kılıç gibi
sarkıyordu. Arkadaşlarım yola devam etti; ben ise büyük bir endişeyle öylece
duruyor ve doğada sonsuz bir çığlığı hissediyordum sanki.”
Yüzünde büyük bir dehşet ifadesiyle bize bakan bireyin
yaşadığı yalnızlık duygusunu hisseden kimse yoktur etrafında. Kırmızı tonlara
bürünen gökyüzü bile öfkelidir. Duygusal dünyada yaşanan tüm karmaşanın
yarattığı sesleri duyabiliyor musunuz?
Görsel 3 Kandinsky, Doğaçlama 28
(ikinci versiyon), 1912.
Resmin tıpkı müzik gibi bir ifade aracı olduğunu düşünen Kandinsky ise, somut olmayan bir sahnenin de söyleyecek çok sözü olduğunu savunur. “Renkler tuşlardır. Göz çekiçtir. Ruh da birçok teli olan piyanodur” der Kandinsky.6 Siz de kendinizi bir an için bu karmaşanın içine bırakırsanız, tablodaki renkleri duyabilir, müziği görebilir ve 20. yüzyıl başlarındaki dünyanın kaotik atmosferini, hırçın çizgilerin önderliğinde hissedebilirsiniz.
Mimaride Ekspresyonizm
Mimari tasarımda ise mimarın “duyguları” alışagelmiş form ve malzemelerin terk edilmesiyle “anlatılmıştır”. Erich Mendelson, Einstein’ın teorilerini Einstein Kulesi'nde heykelsi bir forma büründürerek dile getirmiştir. Mayasında muhaliflik barındıran ekspresyonizm; monotonluğu, kaskatı kütleleri incelikle işleyerek onları yepyeni malzeme deneyimleriyle yoğuran bir akım olmuştur. İşlevsellik bizzat form üzerinden ifade edilmiş, tıpkı ekspresyonist sanatçıların kendi iç dünyalarına dönüşü gibi ekspresyonist mimarlar da modern mimarlığın klasikleşmiş kalıplarını reddederek kendi kişiliklerini yansıtan bir tasarım dünyasına adım atmışlardır.
Görsel 4-5 Einstein Kulesi, Mimar: Erich Mendelsohn, Postdam, Almanya, Arkitekt.
Endüstri, grafik ve mimarlık alanında birçok tasarıma imza atan dünyanın ilk büyük endüstriyel tasarımcısı Peter Behrens (1868-1940) Almanya’da AEG elektrik şirketi için ürettiği tasarımlarda işlevselliği formla bütünleştirerek ekspresyonist bir tavır sergilemiştir. Endüstriyel tasarımdaki estetik dokunuşlarıyla objelerin de “karakterini” “ruhunu” yansıtmayı başarmıştır.
Görsel 6-7 Peter Behrens, Poster AEG (Allgemeine Elektricitäts Gesellschaft), 1912 ve 1910
Zarif kulesi, hayranlık uyandıran tonlardaki tuğlaları, su gibi akıp giden çizgisel hatları ve heykelsi formuyla Het Schip’in, ilk bakışta liman işçileri için tasarlanan konut yapısı olduğunu tahmin etmek biraz zor olsa gerek. Hollanda’da ekspresyonist mimari akımının öncülerinden Michel De Klerk’in tasarladığı bu yapı, rasyonel formlara, katı duvarların sınırlarına meydan okur nitelikte.
Görsel 8-9 Het Schip yapı kompleksi, 1921, Amsterdam, Getty.
Bruno Taut’un “küçük güzellik tapınağı” olarak tanımladığı Glass Pavilion, mimaride camın ve betonun şiirsel birlikteliğini gözler önüne serer. Amacı camın farklı kullanım alanlarının, sıradışı formlar yaratabilecek nitelikte olduğunu “dışa vurmak”tır. Yapının işlevi “işlevsizliğiydi”, bu yeni malzemeler kubbeyi değil spritüel dünyayı, insani duyguları inşa ediyordu. Sergide; insanların dokunabileceği, içerideki ışık oyunlarını “hissedebileceği” bir deneyim sunmak istemişti Taut. “Gotik katedrallerin ruhu”, çok yüzeyli camlardan yansıyordu.
Görsel 10-11 Glass Pavilion, Cologne Deutscher Werkbund Sergisi, Mimar: Bruno Taut, 1914, Daniella on Design.
En nihayetinde, kimi zaman kendimizi kimi zaman da bir nesnenin bizde uyandırdığı hisleri “dışa vurmaya” çalışırken buluyoruz kendimizi. “Anlatmak”tan ziyade neyin nasıl anlatıldığı daha da önemli hale geliyor. Veli’nin “derdini” duyuyor belki de Kafka; “anlatıyor” içinden geçenleri sözcükleriyle. Derken Kirchner seriyor gözümüzün önüne tüm çıplaklığıyla insanların iç dünyasını. Mendelsohn amorf yapısıyla sergiliyor iç mekandaki değişken duyguları, yaşananları ve yaşanacakları. Tıpkı hepimizin hislerini bir şekilde “dışa vurmaya” çalıştığı gibi ekspresyonizm de iç dünyanın pencerelerini sonuna kadar açıyor dışarıya…
1 Orhan Veli -Bütün Şiirleri, Adam Yayınları Birinci Baskı, 1987. s. 55
2 Kafka, F. (2011). Dönüşüm, Çeviri Çiğdem Özmen, Versus Yayınları. p.2.
3 Richard, Lionel,(2005). “Ekspresyonizm Sanat Ansiklopedisi”, (4. Basım), (Çeviren: B. Madra, S. Gürsoy, İ. Usmanbaş), İstanbul: Remzi Kitabevi. p.7.
4 Simmel, G. (1903). Metropolis and Mental Life.
5 Little, Stephen. İzmler Sanatı Anlamak. Çevirmen Derya Nükhet Özer. Yem Yayınları.(5. baskı) p. 104.
6 Kandinsky, Sanatta Ruhsallık Üzerine (1911).
Mine Yesiralioğlu. 2018 yılında İzmir Yüksek Teknoloji Enstitüsü’nde tamamladığı mimarlık eğitiminin ardından İstanbul’a dönerek hep hayalini kurduğu yüksek lisans eğitimine İstanbul Teknik Üniversitesi Mimarlık Tarihi Bölümü’nde başladı. Şu anda eğitimine devam ediyor. Boğaz’da uzun yürüyüşler yapmaya; sokaklara, tarihi yapılara, gökyüzünü ve denizi seyretmeye hayran bir mimar. Şehrin görsel boyutlarında kaybolarak fotoğraf çekmeyi, okumayı, sohbet etmeyi, müze gezmeyi, seyahat etmeyi, pilates yapmayı ve en çok da gülmeyi seviyor.
Siyaset felsefesi ve tarihi açısından Nizamü'l-Mülk'ün "Siyasetnamesi" ile Machiavelli'nin "Prens"i birçok defa karşılaştırılmıştır. Ancak bu defa, zaman üzerinden yola çıkarak tarihsel bir okuma yapılmamıştır. Tarihsel metinler, günümüzdeki bir mimarın gözünden mekânsal olarak ele alınmıştır.
Devamını okuAhmet Doğu İpek’in Arter’de yer alan “Başımızda Siyahtan Bir Hâle” isimli sergisi sanatçının 2020–2022 yılları arasında farklı mecraları kullanarak ürettiği eserleri bir araya getiriyor. Heval Zeliha Yüksel, farklı duyulara ve sayısız deneyime açık olan sergiyi Ahmet Doğu İpek ile gezerek sergiye dair izlenimlerini yazdı.
Devamını oku